Görmek ve duymak, memeli dediğimiz canlı türlerinin en gelişmişi sayılan, en azından sanılan insan cinsinin sağlam doğduğu ya da kazaya kurban gitmediği sürece en sık kullandığı iki yetenek, hatta yaşamını dolduran ve istemese de işlemesine engel olamadığı eylemler. Ancak insanın, ne canlıları ne de cansızları beklemeden akan, devinen, değişen evren boyutlarından biriyle ezelden ebede zoru var: Zamanı durdurmak. Ve insan, zamanı ancak görüp duyduklarını sanata dönüştürerek durdurabileceğini, çok erken yaşta, türünün ilk çağlarında anladı. Yaşadığına geri dönebilmek için gördüğünü önce resim, ardından fotoğraf ve sinemaya, duyduğunu ise müziğe aktardı. Ama zamana karşı gerçek durağanlığı, an olgusunun birebir kaydını, tekrar dönülüp bakıldığında değişmezliğini yalnız fotoğrafta sağladı. Resim göreceydi, sinema ve müzik ise yine zamanla ölçülen bir akış. Oysa fotoğrafla zamanı zaptediyordu, görüntüyü saliselerin arasından çekip çıkarmıştı. Bu fetih öylesine sevindirdi ki insanı, teknolojinin yardımıyla geliştirdiği makinanın objektifiyle yarışmaya başladı. gözleri ve yapay mercekler, insanın görüş alan kapsamıonı da aştı çoktandır. Artık bizim delemediğimiz uzaklıkları, ayırt edemediğimiz yakınlıkları, inemediğimiz derinlikleri görüyor ve kaydediyor makinalar. Özellikle renkli fotoğrafın dakikliği, hassasiyeti ve kalitesi, gözlerimizin erişebildiği görüntü gerçeğini geride bıraktı. Fotoğrafın sanat olabilmesi için fotoğrafçının sözde değil, özde sanatçı olması gerekiyor artık: Görmesi değil hissetmesi ve görünmeyeni sezdirmesi.

Ali Arif Ersen, işte böyle bir sanatçı. Herşeyden önce insanın renkli gördüğü dünyayı, görmediği siyah beyaza dönüştürüyor. Bakıp da görmeyen ya da gördüğünü güdük zekasıyla çarpıtınca sanat yaptığını sananlara inat, nesnelliğine binlerce kez sahip çıkılmış özneleri, aşınmış mekanları, bazen belli belirsiz bir açı, bazen bir ışık huzmesiyle bambaşka boyuta taşıyor.

İşte o bambaşka boyuttur sanat. Ve dolduramadıkları boşlukları fotoğraflamakla yetinenler, yapamaz. Elinizde tuttuğunuz muhteşem albüm, Ali Arif Ersen'in Havana / Küba fotoğraflarından oluşuyor. Oysa aynı fotoğraflar, İstanbul'dan, New York'tan, Buenos Aires ya da Casablanca'dan olabilirdi. İlk bakışta evrensel bir kimlik, hatta dip yorumuyla ortak bir kimliksizliğe işaret edercesine boşluğu ve boşluktaki yalnızlığı zamandan soyutlayan bu fotoğraflar, öylesine Küba ki oysa... Çünkü parçaları oldukları bütünün tek bir mesajı var. Küba'nın, Havana'nın çığlığı: Beklemek.

Ali Arif Ersen'in müşteri bekleyen bardakları, tabureleri, kimsesiz fer forje iskemlesi, merdivenleri; saat sayan dilekler gibi alıcılarını bekleyen otel mesajları, çalınmayan müziğini bekleyen besteci, 1950'leri özleyen Amerikan taksi, görkemli geçmişi yansıtan ayna, zamanı geriye üflemeye çalışan vantilatör, zamanın rüzgarına boyun eğen şeker kamışlarına karşı palmiye hayalleri kuran camlarıyla bekliyor Küba. Yarım yüzyıldır süren bir yalnızlığın, bir itilip kakılmışlığın bitmesini bekliyor. Amerika'nın heyula gölgesinden çıkmayı, herkes gibi güneşe yelken açmayı, belki de kanatlarını yakmak pahasına bekliyor. Kırık yürekler yapışkan bantlarla tutturulup 'Dos Gardenias' mırıldanarak beklerken, deva aranan dert bitse de bitmese de geleceğini muştuluyor bir kapı aralığında ölüm ve aslında, beklemenin yaşamak olduğunu anlatıyor Küba'ya.

Elinizde tuttuğunuz fotoğraf albümü, bence bir baş yapıt. Küba'nın çile ve heveslerine yakılan bir ağıt. Gözlerinizle kulak verin, müziğini duyacaksınız.